25 Eylül 2012 Salı

EFLATUNDAN GÜNÜMÜZE ERDEM

Felsefe tarihine adını altın harflerle yazdıran, “idealist felsefenin” mimarı Eflatun (D. M.Ö. 427 - Ö. M.Ö. 347) yaşamı boyunca hocası Sokrates'den edindiği bilgi ve donanım ile gerçek bir ahlakçı olarak yetişerek, bu kuramları da etik ağırlıklı düşünce modeli çerçevesinde irdeleyerek geliştirmiştir. Eflatun'a göre felsefenin asıl amacı, insanların mutluluğu  ve yetkin bir yaşamın inşa edilmesidir. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat sürdürmekle elde edilebilir. Gerçekten de çevremizde, bencillikten ruhları kararmış, çıkarcı insanlara, amaçları için her aracın mübah olduğunu düşünen makyevelistlere baktığımızda, bu insanların gözlerini maddi hırsların bürüdüğünü, paylaşımdan uzak sevgisiz yaşamlarında yalnız ve mutsuz olduklarını açık şekilde görmekteyiz.

Eflatuna göre erdemin temeli; “bilgi”, güvencesi  ise; “ölümsüzlük”tür. Eflatun Sokrates'in "bilgi erdemdir." tezini daha bir derinlemesine irdeleyerek geliştirmiştir. İnsanlar erdeme, bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adaletle ulaşırlar. O’na göre; "İYİ; doğru bir yaşamın kesin ölçütü ve amacıdır...” Eflatunun bu değerli görüşleri çerçevesinde, sevginin kalpleri, bilginin ise zihinleri aydınlattığı gerçeğiyle sevgi ve bilgi dolu insanların aynı zamanda erdemli insanlar olduklarını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bu anlamda ahlaklı bir kişinin tek isteği, maddi çıkarlardan daha çok maneviyata yakın olmaktır. İyi niyetli insanları diğerlerinden ayıran en önemli özellik de bu niyetlerin doğrudan davranışlara ve diğer insanlara yansıtıldığı doğru bir yaşamdır. Ben bu anlamda insanın niyetiyle yaşamı arasında önemli bir bağlantı olduğunu düşünüyorum.

Erdem ne rasyonel ne de fonksiyonel bir olgudur. Örneğin yardımseverliğin rasyonel bir yaklaşımla açıklanamayacağı açıktır. Ahlaklı davranışlarımız, yaşam tercihinin ya da yaşam felsefesinin bir fonksiyonu değildir. Bu davranışlar, felsefi veya siyasi tercihlerin bir eseri olmaktan çok çocukluk dönemindeki yetişme tarzı ve öğretilerin bir sonucudur. Bir kimse eğer küçük yaşlarda, verdiği sözleri yerine getirmeye, başkalarına yardım etmeye, yalan söylememeye, insanları sömürmemeye, paylaşmaya empoze edilmişse yıllar sonraki yaşam felsefesi ve siyasi tercihi ne olursa olsun bütün bu öğretiler, insanın karakteristik özellikleri olarak yaşamı boyunca kalıcı olacaktır. Erdemli yaşam, rasyonel, sistematik ve fonksiyonel değildir ama bunun istisnası pragmatik insanların “erdemli insanmış” gibi davranarak amaçlarına ulaşmaya çalışmalarıdır ki bu da gözardı edilmemelidir.

Din ve ahlakı birbirine karıştırmamak gerekir. Şöyle ki; Kuran-ı Kerim’de Meryem Suresinin 60.ayetinde de belirtildiği gibi; “Ancak tövbe eden, inanan ve iyi işlerde bulunan müstesna. Bu çeşit kişiler cennete girerler ve hiçbir hususta zulüm görmezler.” Yani tövbe edip, inanmak yetmemekte, aynı zamanda ahlaklı olmak da gerekmektdir...Yine Kuran-ı Kerim’de; “Siz sevdiğiniz şeylerden Allah rızası için başkalarına harcamadıkça gerçek erdemliliğe ve hayra ulaşmış olamazsınız.” (Al-i İmran: 3/92) “Ey iman edenler, kazandığınız güzel şeylerden ve topraktan sizin için bitirdiğimiz ürünlerden başkaları için harcayın ama harcama için utanma ve iğrenmeden dolayı göz yummadan alamayacağınız kötü şeyleri seçmeyin.” (Bakara: 2/267) şeklinde açıkça belirtildiği üzere ahlaklı olabilmek ve iyiyi elde edebilmek için iman etmek yeterli değildir. İnsanların sahip olduğu varlıklarını paylaşması, hayır işlerine aktarması da gerekir ki bu anlamda erdemliliğin öncelikli olduğu tartışılmazdır. Yani öncelikle ahlaklı ol ki Allah nezdinde duaların kabul olsun, ibadetin de yerini bulsun..Bir insan eğer dürüst değilse, insanları kandırıyor ve kullanıyorsa, ne kadar ibadet etse de yarar sağlamaz diye düşünüyorum. Dolayısıyla ben ahlaklı bir ateisti, ahlaksız bir dindara tercih ederim. Günümüzde bunun örnekleri fazlasıyla görülmektedir. Kendilerini dindar gösterip ahlak yönünden zayıf insanlar olabileceği gibi dini inançları zayıf olduğu halde, başkaları için her türlü fedakarlığa ve çalışmaya, yardımlaşmaya, paylaşmaya hazır insanlar da olabilir. Bu çerçevede doğru insan için ölçütün dindarlık değil erdemlilik olması gerektiğini düşünüyorum ki Anadolu kültürüne damgasını vurmuş olan Mevlana da; “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol, şefkat ve  merhamette güneş  gibi ol, başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol, hiddet ve asabiyette ölü gibi ol, tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol, hoşgörülükte deniz gibi ol, ya olduğun gibi ol, ya da göründüğün gibi ol.” derken dinin değil erdemliliğin faziletlerinden bahsetmektedir. Yine bu düşünceleri destekleyen yazarlardan RUSSEL GOUGH, "Karakteriniz Kaderinizdir" adlı kitabında der ki: "Doğru  ve iyi olanı bilmek ile doğru ve
iyi olanı yapmak arasındaki en önemli  bağlantı; doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır. Eğer karakter gelişmemişse tahsil işe yaramıyor. Unutmayalım; banka hortumlayanlar, devleti soyanlar, rüşvet alanlar, vatanı çıkar uğruna satanlar, maç satanlar,
şike yapanlar, teşvik verenler; birilerini hakir görüp aşağılamakla
yükseleceklerini zannedenler hep tahsilli bireylerdir..." Yani erdemli davranışların kendisine yararı olmayacağını düşünen bencil bir insan istediği kadar eğitim alsın, akademik kariyerini profesör unvanıyla tamamlamış olsun her daim objectivizmi hümanizme tercih edecektir ki bu
yönde Roosevelt de;"Bir insanı ahlaken eğitmeden sadece zihnen eğitmek topluma bir bela kazandırmaktır…'' şeklinde ifade etmiştir.

Kısa yoldan köşe dönmeyi, başkalarının sırtından geçinmeyi yaşam biçimi haline getirenlerin, üretmek yerine tüketmeyi tercih edenlerin, bilgi yerine paranın gücüne inanan ve bunu büyük bir zevkle kullananların, rüşvet ve iltiması marifet sayanların nüfusunun önemli bir kısmını oluşturduğu, dürüst insanların ise enayi olarak görüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Yalnızca %5'inin kitap okurken diğer %95'inin ise amcasını yengesiyle aldatıp aynı zamanda kuzenini de ayarttığı bir aşk ilişkisini konu alan diziyi büyük heyecanla izlediği ahlaki dokusu hızla bozulan toplumun bir ferdi olarak Eflatun ve Mevlanadan öğreneceğimiz daha çok şey olduğunu düşünüyorum...

5 Nisan 2012 Perşembe

AFFETMEK UNUTMAK MI...

Yaşamımızda çoğumuzun unutamadığı, affetmekte zorlandığı kişiler olmuştur. Bu kişilerle bağlantılı olaylarda haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüzden bu kişileri affetmeyi aklımızdan geçirmeyiz bile...Affedince de unutacağımız korkusuna kapılırız..Oysa ki affetmemek, bizi unutma korkusundan alıkoymaz ama geçmişte yaşadığımız, hatırlamak bile istemediğimiz kişi ve olaylarla istemeden de olsa koparmayı reddettiğimiz karmik bağların bizi ölene kadar tutsak etmesine sebep olur ve bu bağlar nedeniyle de geçmişte yaşadığımız acı olaylarla bağlantılı bütün olumsuzlukları, negatif enerjileri de taşırız istemeden..Yıllarca taşırız bu yükü... Yoruluruz, affetmeden unutmak isteriz ama affetmediğimiz, bu bağı koparmadığımız için tekrar tekrar yaşarız kötülükleri, haksızlıkları ve bunlara duyulan kin ve öfkeyi...Ve  gerçekten affedebildiğimiz ölçüde, duygularımızın bizi yönetmesi yerine duygularımız üzerinde hakimiyet kurmayı başarırız. İşte bu anlamda affetmek özgürleşmektir..
Bunun yanında “Affedersem kendime haksızlık ederim.” yanılgısıyla en büyük haksızlığı affetmeyerek kendimize yaparız aslında ve bu sarmal içinde acıları, duygusal gerilimleri, kin ve nefret gibi tüm olumsuzlukları da çekeriz farkında olmadan... Bunun sonucunda bilimsel olarak da kanıtlanmış psikosomatik kökenli rahatsızlıklar yaşarız, sağlığımız bozulur...Yani affetmek iyileşmektir  aslında...
Affetmekle ilgili bir diğer yanılgımız da affetmeyi asla düşünmediğimiz kişiyle ilgili yaptığımız hatayı tekrarlama korkusudur...Bu korku da yersizdir aslında ve hem bu kişiyi, hem de yaptığımız hatadan dolayı kendimizi affederek bunu aşabiliriz istersek... Dolayısıyla affetmek korkularımızdan arınmaktır da....
Başka bir  yanılgı ise affettiğimiz zaman o kişinin aynı haksızlığı bize yapmasına izin vereceğimiz, dolayısıyla kişiliğimizden ödün vereceğimiz yönündeki korkularımızdır ki bu anlamda affetmek; Publilius Syrus’un dediği gibi; “Güçlüyü daha güçlü kılar.” Yani affetmek olgunlaşmaktır...
Diğer yandan affedince aptal yerine konulacağımız yanılgısını yaşarız. Oysa ki Thomas Szasz’’ın dediği gibi “Aptal insan ne affeder ne de unutur; saf insan affeder ve unutur, akıllı insan ise affeder fakat unutmaz.”
Ve en zoru da kendimizi affetmektir aslında....Bir çoğumuz bunu başaramaz...Kendimizi affetmeyince de içsel dengemiz bozulur, kendisiyle barışık olmayan huzursuz birisi olup çıkarız...Bu anlamda  Konfiçyus’un;  “Kendini affetmeyen bir insanın bütün kusurları affedilebilir.” sözünde belirttiği gibi affetmeyerek en büyük cezayı kendimize vermiş oluruz zaten..

Sonuç olarak affetmek kendimize yaptığımız en büyük iyiliktir....Affetmeyerek, aynı kin ve öfkeyi yıllarca içimizde taşıyarak mutluluğumuzu engelleriz farkında olmadan.. Bu anlamda içimizdeki kin ve nefreti taşımadan; affederek, özgürleşerek, hafifleyerek ve  içimizdeki sevgiyi daha da büyüterek mutluluğumuzu artıracağımız güzel günler geçirmek kendi elimizde diyor ve affetmenin faziletini anlatan  güzel bir hikayeyi sizlerle  paylaşmak istiyorum...

Bir lise öğretmeni derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:
"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu
teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman, bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin". Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarın ki, ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler, bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:
"Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur.
Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.", "Hocam, patatesler kokmaya başladı. İnsanlar tuhaf bakıyorlar bana artık..” "Hem sıkıldık, hem yorulduk?" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
"Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir."

ÖĞRENDİM Kİ..

Yarım yüzyıllık yaşamıma 10 kala öğrendim ki;
Sevgi ve bilgi en önemli hazinelermiş.
Kendini sevdirmeye çalışan değil, sevgi dolu insan daha çok seviliyormuş.
Sevgi ve bilgi paylaşılarak çoğalıyormuş.
Sevgi kalpleri, bilgi ise zihinleri aydınlatıyormuş.
Koşulsuz sevgi Tanrı'ya daha çok yaklaştırıyormuş.
Yargılamak sevginin etkisini azaltıyormuş.
Sevmek aşık olmaktan daha zormuş.
Sevgi beklentileri karşılamaz, kalıplara sığmazmış.
Sevgi, saygıdan daha önemliymiş.
Sevgi, hükmetme aracı olarak kullanıldığında anlamını yitirirmiş.
Kendisini sevmeyen başkasını da sevemezmiş.
Paraya tapanlar, insanları sevmiyormuş...

Öğrendim ki; niyet etmek, istemekten daha etkiliymiş.
Sıcacık bir gülümseme, en katı yürekleri bile yumuşatıyormuş.
Kalp kırmak, kazanmaktan daha kolaymış.
Kalpleri fethetmek, ikna etmekten daha önemliymiş.
İbadetin kalpten inanarak yapılanı makbulmüş.
Vicdan, makyaj yapılamayan tek muhasebeymiş.
Affetmek hafifletiyormuş.
Evrenin de hafızası varmış.
Kötü düşünce ve eylemler, sahibine geri dönüyormuş...

Öğrendim ki; namus tende değil, kalpte saklıymış.
En büyük namussuzluk, başkalarının namusunu diline dolamakmış.
Erdemlilik paradan daha değerliymiş.
En çok ahlak dersi verenler ahlaksızmış...

Öğrendim ki; zamanla yarıştıkça, insanın ruhu yoruluyormuş.
Kararsızlık, ruhu karartıyormuş.
Ölümü kabul edip, farkında olmak ruhu dinginleştiriyormuş...

Öğrendim ki; yaşamın anlamı değer katmakmış.
Yaşam kalitesinin derecesi, sahip olduklarınla değil, sevdiklerinle geçirdiğin zamanla ölçülüyormuş.
Maddiyatçılar, yaşamdan haz almıyorlarmış.
Yaşamdaki her anın farkında olunca yaşama sevinci artıyormuş.
Acılar direncimizi arttıyormuş.
Kendine dürüst olunca yaşam daha gerçek oluyormuş...

Öğrendim ki; egomuz arttıkça, mutluluğumuz azalıyormuş.
Mutlu etmeden mutlu olunmuyormuş.
Bencil insanlar, mutsuz insanlarmış.
Tahammülsüzlük mutsuzlaştırıyormuş.
Amaçsızlık mutsuzluğu beraberinde getiriyormuş.
Hedefi olmayanlar, okyanusta rotasız yüzen gemilere benziyormuş...

Öğrendim ki; İnsanların güvenini kazanmak büyük ikramiye kazanmaktan daha önemliymiş.
Özgüven olmadan başarı gelmiyormuş.
Şükretmeden kazanılmıyormuş.
Huzursuzluk ve moralsizlik verimsizliği arttırıyormuş.
En büyük kayıplar, iktidar savaşlarında yaşanıyormuş.
Birlikte kazanmak, tek tek kazanmaktan daha büyükmüş...

Öğrendim ki; en iyi iletişim, çok konuşmakla değil, doğru dinlemekle mümkünmüş.
Kendini tanımak, başkalarını tanımaktan daha önemliymiş.
İnsanın önündeki en önemli engel kendisiymiş.
İşi zorlaştıran insanlarmış.
Kendini yönetemeyenleri, başkaları yönetiyormuş.
Korkulardan arınmadan gelişmek mümkün değilmiş.
Kendi içindeki sorunları çözmeden, başkalarıyla olan sorunlar çözülmüyormuş.
Özgür düşünmenin yolu basma kalıpları yıkmaktan geçiyormuş.
Her problemin çözümü kendi içinde saklıymış....

Ve öğrendim ki öğrenmek bir süreçmiş, ölene dek sürermiş.....

HERŞEY SEVGİ VE BİLGİYLE MÜMKÜNDÜR...

Yukarıdaki ifadeye tersinden baktığımız zaman sevgi ve bilgiden yoksunluk ana hatlarıyla bütün kötülüklerin anasıdır da diyebiliriz aslında..Düşündüğümüz zaman gerçekten de tarih boyunca savaşların, cinayetlerin, kan davalarının, terör olaylarının altında yatan gerçek nedenlerin sevgi  ve bilgiden yoksunluk  olduğunu görebiliriz...Kin ve  nefret duygularının yoğunlaşmasıyla karşısındakini yoketme yada zarar verme, sahip olma, caydırma düşüncesi ile cehalet sonucunda saplantılı, bağnaz  yada hastalıklı düşüncelerin birleşmesiyle tabiki eylemin zarar verici özellik taşıması kaçınılmaz olacaktır..Dolayısıyla bu iki sihirli kelime yaşamımızda çok önemli yer tutar.

Mozart’ın dediği gibi; Ne üstün zeka, ne hayal gücü ne de her ikisi beraber, bir  dahi yapmaya yeter. Sevgi, sevgi, sevgi.. İşte bu dehanın ta kendisidir.” Gerçekten de içinde yoğun sevgi duyguları olan insanların yaratıcılık düzeyleri de yüksek oluyor, buna birsürü örnek vermek mümkün.Bu da sevginin, insanın içinde  yaratıcı bir enerji olduğunu gösteriyor ama çoğumuz bunun bilincinde değiliz.İçimizdeki kin ve nefret duygularının yoğunlaşmasıyla enerjimizin nekadar düştüğünün, negatif duygularımızın aklımızın nasıl önüne geçtiğinin farkında olmamıza rağmen çoğu zaman bunu engelleyemiyoruz, sonradan pişman oluyoruz ama iş işten geçmiş oluyor...Geride kalbi kırılmış insanlar, üzüntüler, pişmanlıklar kalıyor ama zamanı geriye döndürmek mümkün değil. Sarfettiğimiz kötü sözler, davranışlar yaydıkları negatif enerjiyle evrende dolaşıp bir şekilde bizi  buluyor ve biz de içimizden “ben bunu haketmek için ne yaptım” diyoruz. Dolayısıyla insanın içindeki sevgiyi büyütmeyi yaşamındaki kötülükleri engellemenin birinci şartı olarak görüyorum.Tabiki öncelikle kendimizi sevmekle işe başlamamız gerekiyor. Kendisiyle barışık olmayan insanların negatif enerji yaydığını hepimiz gözlemlemişizdir. Kendini sevmeyenin başkalarını sevemeyeceği de gayet açık..Kendisiyle barışık, pozitif, içindeki sevgiyi büyüten ve etrafına yansıtan insanlardan oluşan bir toplumun da mutlu bir toplum olacağı  tartışılmaz. Ama malesef günümüzde terör, tecavüz, cinayet, kapkaç,hırsızlık gibi şiddete dayalı olayların giderek arttığını ve hatta ailelerde bile dayak,darp vb. şiddetli kavgaların olduğunu yazılı ve görsel basından izliyoruz. Bunun sosyo ekonomik nedenleri bir yana daha önemli bir neden olarak toplumsal değer yargılarımız,zevk ve tercihlerimizin değişmesinde, deformasyonunda görüyorum. Bunu test etmek için de izlenme oranları  yüksek TV program ve filmlerin içeriğine bakmak yeterli... Gerçekten de televizyonda en fazla izlenen programların birbiriyle sürekli tartışan, kavga eden seviyesi son derece düşük konuşmaların geçtiği, samimiyetsiz ilişkilerin yaşandığı, insanların birbirlerini açıkça kullandıkları, aşağıladıkları,çekiştirdikleri, dedikodu yaptıkları, sevgiden yoksun ilişkileri gösteren programlar olduğuna şahit oluyoruz.Bununla birlikte  şiddet içerikli filmler de  en çok izlenenler arasında...

Dolayısıyla bu tür program ve film izlemekten okumaya zamanı kalmayan bir toplumu oluşturan bireylerin kendisiyle barışık, sevgi ve saygı odaklı ilişkilere önem veren, empati sahibi, paylaşımcı, üretken, çalışkan olması ve geleceğe umutla bakması beklenemez...Yani  “bilginin efendisi olmak için çalışmanın kölesi olmak şart” diyen Balzac’la aynı yönde düşünmüyoruz toplum olarak... Sonuçta bunun siyasi yansıması da Voltaire’in dediği gibi olacaktır; “Her toplum layık olduğu yönetimle yönetilir.”

Ama ben herşeye rağmen bu konuda umudumu koruyor ve “herşey sevgi ve bilgiyle mümkündür” diyorum.
Sevgi ve bilginin ışığı hep sizinle olsun...